Hapisten çıktıktan sonra kimle konuşsam, farklı farklı düşüncelerden kimle sohbet etsek hep dedikleri şu oldu; “Filler tepişti, çimenler ezildi. Siz de çimen oldunuz”
‘Filler’ derken kastedilen kim olduğu belli; ‘İktidar’ ve ‘cemaat’, ya da bugün daha da somutlaşmış haliyle ‘Devlet ve Cemaat/FETÖ’…
Ezilen çimenler’den ise kasıt, Türkiye’de olan, hapse girmiş, işsiz, kimsesiz, eşsiz dostsuz bırakılmış o kocaman güruh. ‘Ezilen çimenler’ metaforu hemen hemen toplumun ekserisi tarafından kabul görmüş. Bunun anlamı, ‘aslında sizin günahınız yok, kader böyleymiş, keşke o tarafta olmasaydınız, niye gerçek yüzünü görmediniz, suçlu değilsiniz ama bizim de bu yapılanları engelleyecek gücümüz yok, kader…’
Ben bugünkü koşullarda bu metaforun bir çıkış noktası olabileceğini düşünüyorum. Çoluğuyla çocuğuyla kendilerini, varlıklarını, konumlarını aşan bir kavganın ve mücadelenin altında kalmış, hayatlarını dört duvar arasında geçirmiş, işlerini kaybetmiş insanlar için bir atılacak adım olmalı. İnsanların ölmemesi için… İnsan hayatı, bir kavganın yakıtı olmamalı artık.
Bir de bu mesele toplum için öyle bir sıkışmışlık durumuna neden oluyor ki düşünün haftalardır beklenen infaz düzenlemesi bile buna takılıyor ve erteleniyor. Neredeyse yarım asırlık PKK sorununu bile aşan bir acayip durum.
Sorun düşünülenden büyük mü, çözüm düşünülenden zor mu?
Prof. Dr. Gökhan Bacık’ın Medyascope’taki ‘Cemaat/FETÖ’ sorununun çözümüne dair önerilerini yazdığı yazıyla başlayan tartışma çok kimse gibi benim de dikkatimi çekti. Sayın Bacık, PKK’nın fesih tarzına benzeyen cemaatin de kendini feshetmesini bu şekilde Türkiye’dekilerin rahatlayacağı bir ortama geçiş yapılabileceğini söylüyor. Bu ufuk açıcı, başlangıç için sadra şifa olabilecek yazının devamında Ruşen Çakır da zorlu konu ile ilgili ‘yeni tartışılmaya başlandığı’nı söyleyip birkaç öneri sundu.
Yaklaşık 5 yılını hapiste geçirmiş bir ‘hukukçu-gazeteci’ olarak bu konuda bazı şeyler söylemeye hakkım olduğunu düşünüyorum. Birçok acıya, drama şahit olduğum ve hala da devam eden acılar için bir şeyler söylemeyi borç biliyorum.
Kimden neyi bekleyeceğini bilmek: Farkındalık
Bana göre bu süreçte en büyük sorun sürece dair farkındalığın gelişememesi. Ya da gelişen farkındalığın hayat bulacağı bir mecra verilmemesi. İkisi de gerçek. Bir tarafta insanları ateşe atan malum yapının liderlerinin/önde gelenlerinin din söylemi ile ‘sabredin, Allah yardım edecek’ deyip yıllardır insanları efsunlaması. Kendilerini hak, karşıdakileri batıl görmesi. Kendilerini beyaz diğerlerini kara görme kısır döngüsü… Diğer tarafta elindeki tüm gücüyle masum ya da suçlu ayırmadan silindir gibi geçen yargı/devlet mekanizması.
Öncelikle kimden neyi bekleyeceğini bilmek önemli. 2013’ten sonra başta savaş baltaları 2016’dan sonra da ‘sabır’ ve rüya telkinleri dışında yüzbinlere bir çözüm önerisi sunamayan, sunmak da istemeyen ‘cemaat üst yöneticisi/leri’ ile nereye varılabildi/varılabilir? Bu süreçte sosyal medyada ‘mağduriyet’ söylemi, hapse giren kadınlar, çocuklar üzerinden ağlaşma’ dışında hangi somut çözüm adımı, önerisi, akıllıca bir yol haritası çizildi?
Ve böyle bir ortamda 15 Temmuz korkunçluğunun baş aktörlerinden Adil Öksüz’ün ailesi ABD’de oturum alırken annesi hapiste olduğu için kardeşlerine bakan 15 yaşındaki Sümeyra yatağında bir gece vakti kuş gibi uçup gitti. Bu gerçekler karşısında bize en büyük borcu olan hakikati vermeyenler başka ne verebilir?
“Kurt, kuzuyu yiyecek” miydi ya da “Kurda, kuzu yedirildi” mi?
Bu iki soru aslında o kadar farklı ki. Son on yılda insanlara işlenen fikir şu oldu: Ne yapılsa nafile kurt, kuzuyu yiyecekti. Yani başlarına geleceği mutlak görme, cüzi iradeyi, Allah’ın verdiği aklı yok sayma… Korkunç bir sorumluluktan kaçma hikayesi bu. ‘Ne yapsak başımıza bu gelecekti’ deyip kendini aklama biçimi ‘cemaat’ yöneticilerinin ve cemaat konforunun dışına çıkamayanların bir numaralı vicdan beyazlatıcısı. ‘Çok eğitimli, en eğitimli’ olmakla övünen, hatta bunu hapishane hücrelerinde bile durmadan sayıklayan bir kitle, kendini ve aynı şekilde yöneticilerini de ‘iradesiz, akılsız’ var sayıyor. Onlara müthiş bir sorumsuzluk yüklüyor.
Öte yandan topluluk tarzı olarak tamamen inkar stratejisi ile safa yatma ve karşındaki koca toplumu saf yerine koyma da hem inandırıcılık sorunu yaratıyor hem de öfke oluşturuyor.
Yeni ve farklı bir dil lazım
Bana göre yapılacaklar ilk önce bu toplumla bu topraklarla yeniden bağ kurmayı, anlaşabilecek bir dil geliştirmeyi sağlamak olmalı. Bunun için çok geç kalınmış gibi görünse de belki de vakti şimdidir. Bu konuyu anlatacak, içinde KHK’lıların, KHK’lı olmayanların hapse girenlerin ya da girmeyenlerin (İlk aklıma gelenler Ali Bulaç, Mümtaz’er Türköne, Cemre Birand, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi…) yani samimiyet ve yaşanmışlıkla bu sürecin farkında olanların anlatabileceği koşullar, mecralar olmalı. Toplumla ve devletle diyalog kapıları aralanmalı. Diyalog kapıları zorlanmalı. Dürüstlük ve samimiyet önemli. Etkileyici bir çıkış.
Siyasi olan bir süreci ‘tek yol hukuka dönmek’ diyerek çözüm sunmak ya da bütün çözümü de iktidarın yenilmesi üzerine kurmak kavgada yakıtı sonsuz olanların söyleyebileceği çözüm şekli. Ve evet yönetici kadro ‘yakıtı sınırsız’ görebilir. O yakıt, ezilen çimenler olduğunda…
Hukuka dönmek sadece ‘cemaat’ meselesinde değil ülkenin tamamı için bir ihtiyaç. Medya, siyaset, yargı, polis ile başlayan bir kavgayı sadece ‘hukuka dönmek’ koşulu ile çözmek mümkün değil görünüyor. Çünkü en başta ahlaken ve hukuken meşruiyetini kaybetmiş bir topluluk ‘cemaat’. Dolayısıyla meşruiyetini kaybetmiş bir yapı adına birileri ezilen çimenler’e ‘yarının Türkiye’sini bekletiyor ki bu sadece bir hayal ve umut değil aynı zamanda kötülük. Yani umut fakirin değil ezilen çimenler’in ekmeği edildi bu ülkede.
Bir de ‘cemaat yapısı’ hukuken meşruiyetini kaybetti ama bireylerin durumu meşru ve hukuk ile korunmak zorunda. Normal bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak hayatlarına devam etme hakları meşru bir talep. Devlet bunu sağlamalı.
Reddi miras
Dediğim gibi geç ama yine bir yol bulmak gerekiyor…
Aksi halde başta ABD ve Almanya gibi batı devletlerinde yaşayıp uzaktan sosyal medya aracılığıyla bu süreci sahiplenip, Türkiye’deki insanların hayatları üzerinde söz sahipliği yapan sözüm ona ‘abi’ ve onların trollüğünü yapan bir ekibin kurbanı olmaya devam edilir. Sadece ezilen çimenler değil bir de onların çocukları…
Kartacalı Hannibal, ‘ya yeni bir yol bulacağız ya yeni bir yol yapacağız’ der… İnsanların ‘FETÖ’cü’ yaftasından kurtulup ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı’ olmasının yani gerçek manada olmasının yolunu açmak için bir şey yapmalı. Konfor alanından çıkıp bu arayışa katkıda bulunmak gerek. Yıllardır başkalarının çizdiği yolda hayatları heba olanlar bir kez kendilerinin dahil olduğu bir yolun açılmasına uğraşmalı. Bu noktada ‘cemaat burjuvası’ denilebilecek sınıfa iş düşüyor sanki Profesör Bacık’ın dediği gibi.
‘İnanıyorsanız üstünsünüz’ inancı üzerine bir de ‘cemaattenseniz üstünsünüz’ sabit fikri yerleşince çifte kavrulmuş kibir/haklılık saplantısı içinde yüzmekten kurtulmak, yeni bir dil ve yeni bir yol/yön oluşturmak, başını kumdan çıkartıp çevreye bakmak önemli. Hukuken ve ahlaken meşruiyetini kaybetmiş bir yapı ile varılan yer belli. ‘Cemaat’ yapı olarak bu toplumda meşru görülmese de ‘ezilen çimenler’ bu toplumun vicdanında meşru. Öncelikle bir reddi miras gerek. Ve ezilen çimen olmak aslında yazgı değil. İstiyorum ki artık kimse bu ülkede vebalı muamelesi görmesin. Çocuklar ölmesin, gençler intihar etmesin.
(Bu yazıyı bitirdiğimde bir insanın, cezası onandığı için kendini asarak intihar ettiğine dair sosyal medya paylaşımı gördüm. Noktası oldu.)